POST-TRUHT ÇAĞI VE GERÇEĞİN GÖLGESİNDE KAYBOLAN HAKİKAT « Kamudan Ajans

SON DAKİKA

POST-TRUHT ÇAĞI VE GERÇEĞİN GÖLGESİNDE KAYBOLAN HAKİKAT


Web Banner

Duymak istediklerimize kulak verip duymak istemediğimiz gerçekleri kulak ardı ettiğimiz bir çağda yaşadığımızı söylesek abartmış mı oluruz. Son günlerde, görmek istediklerimize odaklanarak hakikatin tam anlamıyla ortaya çıkmasına mani olmak olarak da ifade edebileceğimiz, bir Post-Truht hali yaşıyoruz açıkçası. “Nesnel hakikatlerin, belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” olarak tanımlanan, “gerçek-ötesi” veya “gerçek-sonrası” olarak da Türkçeleştirilebilecek bir kavramdan bahsediyoruz.
Bir siyasetçinin, yazarın ya da herhangi bir kimsenin olaylara yaklaşımı veya her hangi bir konu hakkında söyledikleri üzerinden oluşturulan gerçeğinden uzaklaşmış değerlendirmelerin esiri olmak ne yazık ki sıklıkla maruz kaldığımız bir durumdur. “Post-truth politics” olarak ifade edilen “doğruların, hakikatlerin, olguların önemini yitirmesi” çağın hastalığı olarak tanımlanıyor literatürde. Bizim de bir ucundan dahil olduğumuz İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında böylesi bir durum ile karşı karşıya kaldığımızı itiraf etmeliyim. Sözleşmenin mecliste görüşüldüğü süreçte dahi yapıl(a)mayan tartışmaların- bugünlerde- gerek sosyal medyada gerekse de geleneksel medyada yapılmasına “zararın neresinden dönülürse kardır.” diye bakılması gerekir.
Yapılan hiçbir tartışma ya da ortaya atılan hiçbir fikir diğerlerinden daha az değerli değildir. Söze kıymet verirken sözün kendisi yerine söyleyeni üzerinden değerlendirme yapmadığımızda -bütün gerçekler arasından- müzakere ile hakikati ortaya çıkartmak mümkündür. Her ne kadar üslup sözün kendisi kadar önemliyse de kelimelerin sınırları zorlanarak söylenen sözün sahibini, söylenmeyen mahkum etmek de adalet ve hakkaniyet ile örtüşmez.
Abdurrahman Dilipak’ın sözleşme aleyhine yazdığı yazı ile kopan kıyametten bahsettiğimin anlaşıldığını umarak devam etmek istiyorum. Dilipak ne dedi de –amiyane tabirle- bu kadar “fincancı katırını” ürküttü merak ettim. Google ve sosyal medyanın imkanlarından yararlanarak anlamaya çalıştım. Lakin, Dilipak’ın ne dediğine ulaşmak için beyhude çaba sarf ettiğimi, anlamam uzun sürmedi. Sözün başında anlatmaya çalıştığımız tam bir post-truht durumu ile karşı karşıya olduğumuzu gördüm. Sözün kaynağını referans göstermek yerine, kalem oynatan veya kelam paylaşanların çoğunun sözü bağlamından kopartarak “söylenmiş varsaydıkları” ifadeler üzerine değerlendirmelerine tanık oldum bu süreçte.
Her ne kadar Dilipak, sözlerinin bilinçli olarak yanlış aktarıldığını- ki kendi beyanı esastır- ifade etse de biz bu sözün “ağır kusur” olduğu ön kabulü ile devam edelim. Doğan Cüceloğlu’nun -hafızamda kaldığı kadarıyla- bir hikayesini paylaşmak istiyorum. Trabzonlu bir banka müdürü emekli olur. Yıllar süren memleket hasretine nokta koymak için emekli olur olmaz memleketinin yolunu tutar. Bir minibüse biner; elinde gazete bir koltuğa oturur. Yolculuk bir süre sessiz sedasız devam eder. Sonra-ayakta yolcuların çokluğundan mıdır bilinmez-bir tartışma çıkar. Tartışma büyür ve minibüs muavini yaşlı bir adama tokat atar. Banka müdürü,”Karadeniz insanının ne yapacağı belli olmaz; bakarsın biri elini beline götürür” diyerek minibüsten nasıl ineceğinin hesabını yaparken hiç beklemediği bir şey olur. Yaşlı adam sükunetini muhafaza ederek;
“-Oğlum, bana tokat attığına göre belli ki suçluyum. Söyle de suçumu bileyim”
Dilipak’ın İstanbul Sözleşmesi üzerine yapmış olduğu değerlendirmeye eşine rastlanmadık bir örgütlenme ile Ak Parti kadın kollarının dava açması bana oldukça manidar geldi. Ak Parti’nin kadın kollarını yöneten aklın, Dilipak tarafından yapılan değerlendirmeye, anlatmaya çalıştığım hikayenin kahramanı yaşlı adam gibi yaklaşması ve “Ne demek istiyorsun Sayın Dilipak” diyerek doğrudan temas kurabilmiş olsaydı kuşkusuz daha isabetli olacaktı.Böyle davranmak yerine, Dilipak’ın da yazarı olduğu gazeteye vakti zamanında dava açan 312 generalin yaptığı gibi anlaşılmaya sebep olacak bir yanlışa imza atıldı maalesef.
Son dönemde içeriden aykırı görüş beyan eden bir çok siyasetçi veya yazar örneğinde olduğu gibi Diliipak da Post-truht çağın kurbanı oldu. Tartışılan konu hakkındaki genel söylemi ve yaklaşımı görmezden gelinerek, bağlamı içerisinde değerlendirilmediği için kastı aşan muhtevaya sahip oluşu gerekçesiyle kurduğu bir cümle yüzünden Dilipak’ın hedefe konulması Ak Parti’nin kendi sosyal tabanına dahi izahta zorlanacağı bir durumdur.
Ak Parti Kadın Kollarının, bu denli bir örgütlü tavrı geçmişte gezi olayları sürecinde, üçüncü köprü tartışmalarında yapılan çirkin isimlendirme karşısında veya 2019 yılında Cumhuriyet gazetesi yazarı Işıl Özgentürk’ün “Türbanı fahişeler takardı” ifadesi üzerine göstermemiş olmasının kamuoyunda ikircikli bir tutum olarak degerlendirilebileceğini fark edemiyorsa söyleyecek sözümüz yoktur.
Dost acı söyler düşüncesiyle söylenenlerin/söylediklerimizin dikkate alınması,yol yakınken bu hatalı tutumdan vazgeçilmesi gerekir. İstanbul Sözleşmesi bağlamında yapılan tartışmalar üzerinden tabanda oluşan genel rahatsızlığa kulak verilmesi ve kendi medeniyet ufkumuzu yansıtan bir çözüm iradesi ortaya konulması Ak Parti’nin kurucu felsefesine uygun bir adım olacaktır.

Web Banner
Web Banner