Sendikacılığın doğası gereği gerçekleştirdiğimiz okul ziyaretlerinden birinde bir öğretmenimiz, derin bir iç çekişle, “Öğretmenlerin en büyük sorunu, yitirdikleri saygınlıktır.” demişti. Devamında ise; “Evet, ekonomik şartlarımız iyi değil. Kiralar ciddi biçimde arttı; ya iki kişi çalışmak zorundayız ya da ikinci bir iş yapmak durumunda kalıyoruz. Ancak bugün az kazanırsınız, yarın şartlar düzelir ve daha fazlasını kazanabilirsiniz. Peki ya itibar?…” diyerek, okullarda her gün farklı biçimlerde karşılaşılan öğrenci kaynaklı sorunlar karşısında öğretmenlerin nasıl topyekûn yıpratıldıklarına dikkat çekmişti.
Öğretmenin saygınlık kaybının temel nedenlerinden biri, kuşkusuz, bir türlü talebe olamayan öğrenciler meselesidir. “Talebe, öğrencinin eski dildeki karşılığı değil midir?” sorusu akla gelebilir. Evet, kelime anlamı itibariyle talebe, öğrencinin eş anlamlısıdır. Ancak kelimelerin de bir ruhu ve taşıdığı bir anlam derinliği olduğunu düşündüğümüzde, mesele bu kadar da basit değildir.
Öğretmenliğe başladığım günden bu yana anlamakta güçlük çektiğim hususlardan biri, sınıfa her girişte adına “yoklama” denilen tekmil alma uygulamasıdır. Mevzuatın zorunlu kıldığı bu uygulamayı bir türlü içselleştirememiş- her defasında- “Yoklama, talebeyi yok saymaktır.” demekten kendimi alamamışımdır.
Daha iddialı bir ifadeyle belirtmek gerekirse; yoklama, zorunlu eğitimin —daha doğru bir ifadeyle zorla eğitimin— aparatlarından biridir. Yoklama baskısıyla sıraları dolduran öğrencilerle, öğrenme niyetiyle okula gelen talebelerin öğrenme çıktıları karşılaştırıldığında, bu tespitin daha net bir biçimde anlaşılacağı kanaatindeyim.
Birkaç gün önce sosyal medyada gezinirken TRT’nin dijital platformu tabii’de yayınlanan bir yapımdan bir kesit dikkatimi çekti. Haylaz bir sınıf ile öğretmeye gönül vermiş bir öğretmen arasında geçen diyalog, yıllardır zihnimde biriken hakikatle yeniden yüzleşmeme vesile oldu. Öğrencilerden biri,
“Hocam, yoklama alacak mısınız?” diye sorduğunda öğretmen, son derece kendinden emin bir tavırla,
“Hayır. Ben olmayanlarla değil, olanlarla ilgileniyorum.” cevabını veriyordu.
Devamında ise yoklama beklentisi içinde olan öğrencilere ve adeta yoklama dedektifliğine indirgenen anlayışa şu sözlerle karşılık veriyordu:
“Ben yoklama almıyorum. Yoklama, öğrenciler için alınır. Sizler talebesiniz. Talebe, öğrenmeyi talep eden kişidir. Öğrenci ise kendisine bir şeyler öğretilmesini bekleyen kişidir. Talebe hocanın peşinden gider, hoca öğrencinin peşinden. Eğer benden bir şeyler öğrenmeyi talep ederseniz, ben de size öğretirim. Bu nedenle derslerimde yoklama yapılmayacaktır. Kendini öğrenci olarak hissedenler sınıftan ayrılabilir; talebeler ise benimle kalabilir.”
Zorunlu eğitimin tartışıldığı bir dönemde, okul yöneticilerine ve öğretmenlere devamsızlık takipçisi-adeta- birer “yoklama dedektifi” rolü yüklemek ne kadar doğrudur?
Zorunlu eğitimin —ya da zorla eğitimin— bir parçası hâline gelen abartılı devamsızlık takip uygulamalarını yeniden değerlendirmeliyiz. Öğretmeni, öğrenmenin merkezine alan, öğrenciliği talebeliğe terfi ettiren bir maarif anlayışına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Buna bir de matematik bilip büyüğe saygı, küçüğe sevgi ve merhametin ne olduğunu hesap etmeyenleri, bilgi hamalı olup hikmetten yoksun kalan, Türkiye’nin en gözde okullarına yerleşmeyi başarıp da gerçek anlamda talebe olmayı başaramayan yapay zeka öğrencilerini de eklemeliyiz.
Tam da bu noktada, yeni maarif modeli çerçevesinde, kadim eğitim anlayışına yeniden yönelmeye ihtiyacımız var. Hocayı merkeze alan, bilginin peşinde koşan, hocasının etrafında pervane olan talebe duyarlılığını esas alan bir eğitim anlayışına ihtiyacımız olduğu ortada. Bunu sağlamanın yolu, zorunlu ya da zorla eğitim değil, bilgiye susamış, öğrenmeyi talep eden öğrenci odaklı ve eğitimin merkezine hocayı koyan bir eğitim anlayışıdır.