Gerçeğin yerini sanalın, olgunun yerini algının aldığı günden beri her şey ters yüz oldu. Ne mahremiyet kaldı ne de kutsala saygı. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünü baş tacı eden; bilgiye ve öğretmene hürmet eden talebe bilinci, yerini öğretmeni adeta bakıcı konumuna indiren duyarsızlığa ve devamsızlık baskısı ile sıraya mahkûm edilmiş bir öğrencilik anlayışına bıraktı.
Nasıl ki mertlik silah ortaya çıkınca bozulduysa, mahremiyet de sosyal medya ile birlikte tükendi. En özel günlerinde birlikte yemeğe çıkan ancak cep telefonlarıyla meşgul olmaktan birbirleriyle tek kelime konuşamayan ebeveynlerin ilgisizliğiyle, mini ekranların başında büyüyen çocuklar; büyüdüklerinde sosyal medyanın karanlık dehlizlerinde kaybolan, beğeni bağımlısı bir gençliğe dönüştü.
Başta ifade ettiğimiz gibi; gerçeğin yerini sanalın aldığı günde, ne mahremiyet kaldı ne de kutsala saygı. Son günlerde bunun acı bir örneğini yaşıyoruz. Bir zamanlar Ramazan ayında oruç tutan komşularına saygısından dolayı kamusal alanda/sokakta yemek yemekten kaçınan gayrimüslim hassasiyetinin bulunduğu erdemli bir toplumdan; bugün, adı Ayşe-Fatma, Hasan-Hüseyin olan gençlerin, yalnızca birkaç “beğeni” uğruna dinin direği namazla alay eden paylaşımlar yapabildiği bir noktaya geldik.
Bu nedenle bize düşen; sükûnetimizi muhafaza ederek, bu paylaşımları daha görünür kılmanın “şüyuu vukuundan beterdir” sözünde ifadesini bulan bir yanlışa dönüşeceğini görüp meseleyi doğru yerden ele almaktır.
Ortada ne ideolojik bir tavır ne de bilinçli bir din karşıtlığı bulunmaktadır. Karşımızdaki durum; gerçek dünyadan koparak sanal âleme bağımlı hale gelen, davranış sorunları yaşayan patolojik bir sürecin sonucudur. Bunun çözümü ne yalnızca adli yöntemlerle ne de güvenlik tedbirleriyle mümkündür. Asıl mesele; nesilleri ifsat eden, masumiyeti zedeleyen ve mahremiyeti tüketen sanal dünyanın ayartıcı etkisine karşı kalıcı, bilinçlendirici ve değer temelli çözümler üretebilmektir.